Pages

Ayağı halhallı güvercinler



Anne-kız seyahate çıkma fikri bile penguen gibi el çırptırıyor bize. Annemle çocukluğumdan beri çok yakın arkadaşız aynı zamanda. Ben evlendikten sonra da kısa seyahatlerle açığı kapatıyoruz.
 

Annem Kilisli. Kilis’i ne yazık ki çocukluktan sonra çok fazla ziyaret edemedim. Hele Antep’i hiç görmedim. Bu bahaneyle aylar öncesinden biletlerimizi aldık.
 

Cumartesi sabah 05.40 uçağıyla Gaziantep’e uçtuk. Havaalanından otogara, oradan da Kilis’e devam ettik. Kilis minibüsleri neredeyse tamamen Suriyeli dolu. Minibüslerde kadınları sadece ön koltuğa oturtuyorlar. Kilis’e en çok anneannem ve teyzemin mezarlarına gitmek için istiyordum. Eksikliklerini o kadar yoğun hissediyorum ki… Keşke bu yaşa geldiğimi görselerdi, keşke Ömer’i görselerdi.
 
 
Annemin anneannesinin evinden içeri girince bizi zeytinyağlı sabun kokusu karşıladı. 1-2 bayram geçirdik cümbür cemaat o evde. Büyükanneanne, teyzeler, dayılar, torunlar, kuzenler. Kocaman sofranın etrafında gırgır şamata eksik olmazdı. Şimdi kimsecikler kalmadı. Aile büyüklerinin çoğunu kaybettik. Çıt çıkmıyor. Küçükken bana kocaman gelen avlu, biraz küçülmüş mü sanki? Fotoğraf çekmek için dışarı çıktığımda şıngır şıngır sesler geldi yukarıdan. O duygu yoğunluğunda o sesler tüylerimi ürpertti. Pek öyle duygusal biri de değilim ama resmen büyülü bir andı. Bir baktım güvercinler geçiyor sadece. Meğer onlar komşunun güvercinleriymiş. Ayaklarına halhal takıyorlarmış. Şıngır şıngır şıngır!

Büyükanneannem 90’a merdiven dayadı ama hala maşallahı var. Bu 70 yıllık evin mimarı benim, ben ne dediysem onu yaptılar diyor. Gizli geçitleri olduğundan şüpheleniyorum.
 
Annem Ömer’in huyunu rahmetli Ali dedeye çok benzetiyor. Ali dedeyi ben hiç görmedim ama eşinin, çocuklarının bir dediğini iki etmeyen sevgi dolu, Dünya tatlısı bir adammış. Anneme küçükken defalarca onların hikayesini anlattırırdım. Büyükanneannem oldu bitti Ali dedeyi severmiş ama Ali dede gitmiş başkasıyla nişanlanmış. Büyükanneannem de başta çok üzülse de umudunu hiç yitirmemiş. Hakkı da varmış. Nitekim Ali dede nişanlısından ayrılmış ve evlenmişler♥ Bu kadar sevmesine rağmen iki yaprak da etmezmiş adamı. Ömer Ali dedeye çok benziyormuş diyince, Allah yüzüne bakmış kızım dedi bana. Nigar Sultan kırmızı rujunu eksik etmezmiş gençliğinde. Dünya kadar iş olurmuş yapılacak. Yetişmeyecek olursa bırakıp, rujunu sürüp Ali dedeyi beklermiş. Benim büyükanneannemden öğrenecek daha çok şeyim var!


Yeni yıl yeni yıl yeni yıl yeni yıl!



Hayatıma giren bütün güzelliklerin ya başı ya sonu bir şekilde hep Paris’ten geçiyor. Geçen sene Ömer’le Saint Germain’de bir kitapçıda tesadüfen bulduk bu ajandayı. Ömer bunu bana alalım, 2014’te bu ajandayı kullanacağım dediyse de kullanmaya kıyamadı. Aslında ikimizin de ajanda kullanma alışkanlığı yoktu. Nasıl olduysa, madem kullanmıyorsun artık benim olsun da diyemedim. Üstünden zaman geçti, kitaplıkta bir köşede kaldı. Arada bir açıp sevip, yerine koydum.

Annemin bu aralık ayı için Paris seyahati planlamaya başlamasından beri bu ajandanın hayalini kuruyorum. Biricik annem sağolsun, buldu getirdi.



Suluboya çalışmalarının çok beğenilmesinden sonra Fabrice Moireau resimleri ajanda haline getirilmiş. Her ay tam sayfa resimle başlıyor. İki sayfada bir Paris havası estirecek ufak da olsa bir çizim yer alıyor. İçeriği aynı olacak şekilde 220x170 mm ve 150x116 mm boyutlarında iki boy üretiliyor. Çantamda da taşıyabileceğim için ufak boyu daha kullanışlı bence. 




Artık el koyduğum, bomboş duran 2014 ve kullanmak için sabırsızlandığım 2015 ile başladığım ajanda serisini, onlar ürettiği sürece, gidip yerinden alamasam da internet üzerinden sipariş vererek devam ettirmek istiyorum.
 
 
Ay bana bir haller oldu. Günlük tutamazdım, artık blog yazıyorum. Hayatım boyunca hiç ajanda kullanmadım, şimdi tutmuş ajanda hikayesi anlatıyorum.
 
 
Ajanda bahanesi tabi, bu sene daha planlı programlı olacağım, daha az üşengeç olacağım, söz!

Hama boncuklarını elele tutusturdum :)



Çocukken başlayan puzzle merakım bugün mozaik, hama boncukları ve cross stitch(çarpı işi) ile devam ediyor. Hepsinin mantığı benzer aslında. Küçük parçalarla büyük resme ulaşmak.
Hama boncuklarını çivili yatak gibi özel tablasına, istediğim şekil veya deseni oluşturacak şekilde yerleştirdikten sonra ütüyle sabitliyorum. Boncukların üstüne fırın kağıdı koyup ütüyle direkt temasını engelliyorum. Ütüledikçe boncuklar hafifçe eriyip elele tutuşuyor. Sonra tabladan çıkarıp düz bir zemine alıp, dalgalanmasın diye üstüne ağırca bir kitap koyuyorum.
Ben hama boncuklarını ilk kez İkea’da çocuk bölümünde görmüştüm. Ne yapsam bunlarla diye epeyce düşündüm. Sonra boncuklar birer mozaik parçası gibi geldi. İstediğim şekle sokabilirdim. Tek kısıtlayıcı özelliği tablası olmadan düzgün durmamaları ve ütülenememeleri. Örneğin yuvarlak bardak altlığı yapmak için yuvarlak tabla kullanmak gerekiyor. İkea’dan aldığım orta boy boncukların renkleri yetmemeye başlayınca bir internet sitesinden onlarca farklı rengini buldum. Bu boncukları kulaklıktan, düğün hatıralarımıza kadar birçok yerde kullandım.

 

Son favorim bu bardak kapakları. Hayatım boyunca su içmekle problemim oldu. Günü 1 bardak bile su içmeden bitirdiğim çok olmuştur. İlaç niyetine su içmeye çalışıyorum ama birkaç günden sonra yine bırakıyorum. Babam çözüm olarak su bardağına bir dilim limon atmayı denedi. Öyle olunca lıkır lıkır içiyorum tabi. Belki de babamın elinden olduğu içindir bilemiyorum :) Babamın fikriyle bardakları daha neşeli hale getirmek için yine hama boncuklarını kullandım. Su bardağı niyetiyle başladım ama daha ziyade limonata ve meyve suyu bardakları ortaya çıktı.


Limonatayı Gourmet and Styling dergisi 5.sayısındaki Ballı tarifler ekindeki tarife göre hazırladım. Tatlılarda şeker kullanırken elimi korkak alıştırdığım için bal kullanmak hoşuma gitti. Tarifte 4 limon için 6 tatlı kaşığı bal olsa da ben 5 tatlı kaşığı kullandım, yeterli oldu.



Şekerle tadı ağırlaştırılmamış limonata her mevsim favorim içeceğim. Limonata servisinde bardak kenarına takmak için yarım limon dilimleri de yaptım. Kullanırken aldığım keyif bir yana, hazırlaması da kafa dağıtmaya birebir.

18 yas altı giremez! Begüm, sen hiç girme!



Oldu bitti gece hayatıyla yıldızımız barışmamıştır. Tabi bunda babamın rolü büyük. Nifak tohumlarını o ekti. Ben de itinayla filizlendirdim. Gecenin başındaki gıcır halimden eser kalmıyor bir kere. Eve dönüşteki halimi hiç sevmiyorum! Saçına sigara kokusu siner, birileri ayağına en iyi ihtimalle su döker, minicik çantanı rahat rahat bistroya ya da masaya koyamazsın (en azından ben önce eğilip masanın kuru noktalarını tespit ederim), terlersin, ayakkabı ayağını vurur, makyajın bozulur, bangır bangır müzikten kafan şişer, tuvaletlerin durumuna hiç girmiyorum.

Kendime koyduğum bir kural var. Gece çıkarken asla topuklu ayakkabı giyme! Gecenin sonunda ayakkabımı eline alıp yalınayak yollarda yürüyecek kadar pejmürde değilim. Bu yaz bir arkadaşımızın düğününde ‘Ayağımı kesiiinn!’ diye bağırmış olabilirim ama o ayakkabı ayaktan çıkmamalı.

Niye kadınlar mini etekler, topuklu ayakkabılarla kendilerini bu kadar zorluyor ki, hele ki erkekler jean altına çektikleri rahat ayakkabılarla fink atıyorken. Ömer kösele ayakkabı giyene kadar ben de topuklu ayakkabı giymeyeceğim. Olsa olsa dolgu topuk. Konu eğlenceyse ben herşeyden önce rahatlıktan yanayım. Hem düz bir ayakkabıyla da pekala şık olunabilir. Sırf eve dönünce uykuya geçmemi hızlandırmak için göz makyajı niyetine sadece takma kirpik takarım. Dönünce bir de 2 saat göz makyajı mı temizleyeyim. Hatta daha arabadayken çıkarıyorum kirpikleri, eve gelince yüzümü kolayca yıkayıp hop uykuya!

Tren Beach Club, Kuşadası’nda bu yaz yeni açılan bir mekanmış, süpermiş. Gidelim mi, gidelim! İçeri adım atar atmaz suya atılmış kedi gibi çıkarın beni burdan diye geri dönecek oldum ama çoktaaan kalabalığın içine çekilmiş bulundum. Kalabalık demek yetmiyor. Kişisel alanım 1 m2 ya var ya yok. ‘Eğlenmeliyim! Eğlenmeliyim!’ diye kendilerini zorlaya zorlaya dans etmeye çalışan kızların yan masasındayız. Tek eğlencem onlar. Bir de patlamış mısır! Müzik son ses, ama nasıl desem kafamda uğulduyor, bildiğim şarkıların bile sözlerini anlayamıyorum. Migrenim tuttu! Ömer kulaklarımı kapatıyor. Yaş ortalaması en fazla 20 falan. Ben artık hasta ve yaşlı bir kadınım. Kafam kaldırmıyor. Bu mu yani eğlence? Ayy valla ben böyle eğlenemiyorum. E kalk git o zaman, o da yok inat ettim. Neyse ki Superga giymişim, en azından ayaklarım acımıyor. Kullandığım ilaç yüzünden o gün alkol de alamıyorum. Zaten kanımdaki alkol miktarı arttıkça göz kapaklarım otomatik kapanır. Tabi alkol almıyorken de yanımdakilerin yalpalayan hallerine bakar bakar sinir olurum. En çok da Ömer’in!! Gayet aklı başında arkadaşlarımın gece sonunda geldiği haller, balık gibi bakmalar, garsonla tartışmalar. Bir ayık benim diye garson bana bakıp nelerle uğraşıyorum diye gözlerini devirme hakkını görebiliyor kendinde. Hiçbirini öpmedim ayrılırken, Ömer’e de Yiğit’e de küstüm. Kapris yaptım arabayı kullanmam ben diye, bana mı güvendiniz! Hıh yapıp arka koltuğa geçtim ama kafalarını çevirip bana bi baksalar o sırada polis çevirmesine takılmayalım, Ömer de bir yere toslamasın diye mırıl mırıl dua ediyorum.


 
Bir önceki günkü hırgürden sonra Ömer beni Kısmet Otel’e götürdü. Ohh içim açıldı. Ayy nasıl güzel bir bahçesi var. Marinanın arkasındaki tepecikte Kuşadası ayaklarımızın altında, kokteylimiz elimizde keyif yaptık. Bunca sene Kuşadası’nda nasıl buraya getirmemiş beni anlamıyorum. Bence bizi bıraksınlar orada yaşlanalım


Anladım ki Tren Beach Club kızı değilim. Ben kesinlikle Kısmet Otel kızıyım. Benimle çılgınlık yapılmaz, gecelere akılmaz! Ben istiyorum ki gidelim güzel güzel akşam yemeğimizi yiyelim, yanında bir iki kadeh şarabımızı içelim, tatlı tatlı sohbet edelim, olsun diye tutturmam ama varsa manzaranın tadını çıkaralım, belki yemekten sonra kısacık yürüyüş yapalım. En azından bardağın yanından akmış ılık birayla oyalamasınlar bizi, kalabalıkta ayağımıza basılmasın, çantam da temiz kalsın.






 

Mehmet amca kurdeleyi kesmeyecek misin?

Nişan kurdelesini kesmek aile büyüklerine düşermiş. Böyle geleneksel törenlerde alışılagelmiş kuralları yıkmak da bazen çok keyifli sonuçlanıyor. Nişan yüzüklerini çiftin minik yeğenlerinin takması ne kadar sevimli bir örnek mesela





Annemin eniştesi Mehmet amca çok nazik ve hoşsohbet bir adamdır. Bu yüzden
yüzüklerimizi onun takmasını çok istemiştim. Nişandan önce yanımıza gelip hazırladığı konuşmayı gösterdi bize. O sırada elbisemim etek ucunun volanlı durmasını sağlayan misina çıkmış, yerine yerleştirmeye çalışıyorduk. Ben daha telaşlı olduğum için Mehmet amcanın telaşını farkedememişim. Konuşma metnin üzerindeki oklar, minik minik eklemeler, üstü çizilmiş ya da yeri değiştirilmiş paragraflar kendini belli ediyordu oysa :) 

Nişan törenimizi çok şirin bahçede yapmıştık. Bahçeye çıktığımızda en yakınlarımızı bizi coşkuyla alkışlıyorken görünce Ömer’le içimizden başka bir Begüm-Ömer çıkıverdi. Ömer belediye başkanı edasıyla tek eliyle kalabalığı selamlamaya başladı. Ayy napıyorsun bebeğimin içi? Ben de artık nasıl heyecanlandıysam kıkırdamaktan bir hal olmuşum. Şöyle dimdik durduğum, hanımefendi gibi yürüdüğüm tek bir fotoğraf yok.

 

Sıra yüzüklerin takılmasına geldiğinde Mehmet amca önceden hazırladığı konuşmasını yaptııı, bizi tebrik ettiiiii ve kenara geçti :) Ömer’le kurdeleyle bağlanmış halde kalakaldık! Mehmet amca kurdeleyi kesmeyecek misin?



Açıkçası ben klasik bir tören olacağını düşünüyordum ama Mehmet amca sayesinde çok renkli ve unutulmaz bir anı oldu :) 
Nişan kurdelemiz kesildikten sonra daha önce hiç planlamadığımız şekilde babam mikrofonu bana verdi. Haydi şimdi de gençlerin duygularını alalım! O heyecanla neler söylediğimi hiç hatırlamıyorum. Okuma bayramı çocuklarına dönmüşüm! Ömer’in de neler söylediğini hatırlamıyorum ama o kesin daha mantıklı şeyler söylemiştir.
 
 
Ne şanslıyız ki en yakın arkadaşlarımız, aile dostlarımız ve aile büyüklerimiz de neşemize, sevincimize ortak oldular. Böyle samimi ve eğlenceli törenlere bayılıyorum. Sonuçta ne yediğimiz, ne giydiğimiz, dekorasyon, süsleme değil ne kadar eğlendiğimiz aklımızda kalıyor. En tatlı anılarsa genellikle yaşarken ah, vah, tüh dediklerim oluyor zaten.
 
2 yıl önce bugün Ömer’le işte böyle nişanlandık. Aylar önce 2014’ün Çin takviminde at yılı olması nedeniyle sınırlı sayıda üretilen momiji Giddy up ve fiyonklu hediye paketi Frou Frou’yu yanyana yerleştirince nişanımızdaki halimiz canlandı gözümde. Bu da nişanımızın temsili fotoğrafı:
 

Alo babacım, çok hastayım!



Ailece cuma akşam yemeklerinde toplanmayı ritüel haline getirdik. Haftanın yorgunluğunu hep birlikte atıyoruz. Geçen hafta gündem bayağı yoğun, tam hararetli bir şeyler anlatıyorken birden babamı çift görmeye başladım. Başım zaten çok ağrıyordu bir de dönmeye başladı. Babam beni hemen yatırdı, ayaklarımı da yastıklarla yükseltti. Annem bir yandan limonlu su içirmeye çalışıyor. Hemen tansiyonumu ölçtüler, bir şey yok. Biraz yatınca geçti zaten.

Yanıma oturdu babam, bebekken uyumam için alnıma yaptığı masajı yaptı. Sonra nereden geldiyse artık aklına (ben hiçbir bağlantı kuramadım) bir olayı anlatmaya başladı. Ömer’e uyarı niteliğindeymiş. Bizim ailede drama dersi almış bir kişi vardır, o da şu an kuzu gibi yatıyor diye.
Orta 1’deyim. Henüz cep telefonum yok. Derste kendimi çok kötü hissettim, teneffüste müdürün odasından babamı aradım. Babacım hiç iyi hissetmiyorum kendimi. Boğazım çok ağrıyor. Biraz da öksürüyorum. Nolur gel beni al! Ankara’da yaşıyoruz o yıllarda. Okulum Keçiören’de, babamın görev yeri Güvercinlik. Daha önce hiç böyle bir şey olmadığı için telaşlanmış babam da, revirdeki doktora söylemiş. Begüm’ü alıp gelebilirim diye. Babamla konuşunca mı rahatladım ne oldu hatırlamıyorum ama sanki bir anda iyileşiverdim. İyiyim diye tekrar aramayı da unutmuşum. Bir sonraki teneffüste babam gelmiş okula.
Bundan sonrası babamın ağzından:
'Sınıfın kapısını bir açtım ki toz duman her yer. Biraz önce hastayım baba diyen kızın saçı başı darmadağın olmuş, kendini paralayarak top oynuyor. Kan ter içinde. Ben de kenarda onları izliyorum artık, ne yapayım. Ağır çekim yaşanıyor sanki. Tam topa vurup gol oldu diye kudurduğu an göz göze geldik. Elimde pastil öylece duruyorum. Ballı limonlu. Sonrası işte babacım miyav miyav. Öyle de oyuncudur, biliyor hangi damarıma nerden gireceğini!'

Bu akşam yola çıkacağımız için geleneksel cuma akşam toplanmamızı perşembeye aldık. Farenjit olmuşum, kırılıyorum. Boğazımda dayanılmaz bir ağrı :( Babam ilk gördüğünde yine numara yapıyorum sandı. Sabaha karşı acile taşınmalar, cos diye analjezik iğneler... Doktor, kaçmıyor ya, gitmeyin dese de kaç haftadır bu haftasonunu bekliyoruz. Nasıl gitmiyim? Ben yola çıkmadan bir iğne daha vurdururum temiz temiz. Bozcaada’da hastane ne taraftaydı?

Niye bu kadar mutlusun?



Birkaç ay önce okuldan bir arkadaşım bizim şirketten ayrılırken hiç kimseye veda etmemiş, resmen çekip gitmişti. Çok havalı değil mi?

Şirketteki 6. ayımdan beri kalk gidelim modundayım. Aman nişana az kaldı, hadi bakalım düğün telaşı derken koltuğumun ucunda da olsa yerimde oturmaya devam ediyordum. Ama benim için de o gün geldi. İstifa ediyorum!

Şirkette bir veda geleneğidir, tüm şirkete mail atılır, teşekkürler edilir. İletişim bilgileri verilir. Ve bütün şirket dolaşılarak herkesle tek tek vedalaşılır. Bazen bana anlamsız gelse de genelde duygusal anlar yaşanır. Zamanında çok sevdiğim biri tatsız bir şekilde ayrılırken ne yalan söyliyim ben de hüzünlenmiştim.
Açıkçası bugün öğlene kadar kimseyle vadalaşmadan sadece çantamı alıp çıkıp gitmek istiyordum. Yapamadım. Tek sebebi de Nezihe! Üstümde çok emeği var, onu görmeden gidemem dedim. Gerisi de çorap söküğü gibi geldi.

Vedalaşırken herkes neden bu kadar mutlu olduğumu sordu. Bilmiyorum! Aslında sadece hüzünlü değilim. Değildim daha doğrusu. İnsanların elinde peçeteyle vedalaşmaya geldiğini düşünürsek evet benimki fazlaca coşkulu kalmış olabilir. Ama bayrağı gençlere devretmek, yenilere yer açmak lazım. Neticede bizim departmanın misyonu bu.
‘Hayırlı olsun’ hayatımın geçiş dönemlerinde duymaktan en mutlu olduğum cümle. Giden biri için söylenebilecek en güzel temenni. Bugün bol miktarda duyduğum için çok mutluyum.


Binadan çıkana kadar keyfim yerindeydi. Müdürüm Metin Bey bugün şirkette yoktu, vedalaşmadık. 'Seni çok seviyorum. Hep mutlu ol!’ mesajından sonra ağlamadım ama birazcık ağlasam iyi olurdu. Rahatlardım. Şuramda minik bir yumruk oldu. Yutkunuyorum.

Veda maili atacak halim yok, atarsam da servis ve tuvalet halleri konulu bir mail atar kaçarım diyordum hep. Tuvalette iple bıyık alanlar olsun, sabah saçına maşa yapanlar olsun, tuvalet dedikoduları olsun, serviste ağzı açık uyuyanlar olsun, kafasını cama çarpıp uyananlar olsun, malzeme çok. Yazmadım ama aldığım mesajdan sonraki ruh haliyle yazsam şöyle olurdu:

Merhaba,
21.02.2012 tarihinden beri bu şirkette çalışıyorum. Bugün daha iyi anladım ki siz gerçekten bir ailesiniz. Ama ben hiçbir zaman bu ailenin bir parçası olmadım. Belki sadece misafir!
Hoşçakalın,
Begüm

Hocam 5 ml mortex alabilir miyim?

Laboratuvarlar Eczacılık Fakültesi’nin hem en eğlenceli hem en zor kısmı bana göre. Şu an önlüğümü giyip bütün günümü laboratuvarda geçirmeyi çok çok isterdim. Okulda defter konusunda fazlaca titizdim. Gerçi ilk başladığımda üniversitede defter mi tutulurmuş canım diye burun kıvırıyordum ama ilk dönem patır kütür iki dersten kalınca ilk iş kırtasiye alışverişine çıktım. Derdim zorum da yıllar sonra defterleri açıp baktığımda içim açılsın, bu!
 

Hadi isim vermeyeyim, çünkü artık pek görüşmüyoruz, X Xoğlu diyeyim anlayan anlar. Kendisiyle okul numaralarımız ardardaydı, o yüzden bütün laboratuvarlarda aynı grupta olurduk. Ben ne kadar titizleniyorsam, deftere, kitaba o da tam tersi. Fen Lisesi mezunu olduğunu bile son sınıfta öğrendik. Ne derste ne labda asla çaktırmazdı.

 
İlk sene Analitik Kimya laboratuvarı. Lab kitabında deney prosedürü detaylıca açıklanmış zaten. Bu gelirdi “Ee ortak napıyoruz?” diye. Lab dışında da henüz hiç muhabbetimiz yok o sıralar. Ortak mı? Pardon isim neydi?



Farmasötik Teknoloji bütün öğrencilerin korkulu rüyası. Çoook titiz ve dikkatli çalışmak gerekiyor. Hocaların başlangıçta istediği tek bir şey var. Herkesin kendi defteri olsun! Sıkışınca da sağa sola değil bize sorun! Ben yine yapılacak preparatları, işlem basamaklarını milim milim yazmışım. Az zaman, çok preparat var. Konsantre olmuş çalışıyorum. Bu arkadaş benden habersiz defterimi almış, bu da yetmezmiş gibi hoca sorunca Begüm’le ortak defterimiz demiş. Ortak defterimiz ne demek yahu! İkimiz de kapının önüne konduk. Kremimi tamamlamama şu kadarcık kalmışken hem de!
Farmasötik Teknoloji labında ovül-suppozituar da yapıyorduk. Ovül vajinaya, suppozituar makata uygulanır. Hazırlanma yöntemleri benzer olsa da, son aşamada farklı şekillerdeki kalıplara dökülür. Lablarda gruplara ayrılıp öyle çalışıyorduk. Hangi preparatı hazırlayacağımız asistana bağlı, defterimize hangisini yazarsa onu hazırlıyorduk. Şans bu ya, bir kişi hariç hepimize suppozituar gelmiş. Gruptaki herkesin suppozituar kalıbı aldığını görünce kendisi de gitmiş supp kalıbı almış. Yani ovül hazırlayıp suppozituar kalıbına dökmüş! Asistanlar kafa sallıyordu, her dönem kesin bir tane böyle çıkıyor diye.

Biyokimya labında şu an hangi deneydi hatırlamıyorum, deneyin bir aşamasında asistanlar herkesin deney tüpüne belli miktarda numune ekliyor, ardından da tüpün Vortex tüp karıştırıcı cihazında güzelce karıştırılması gerekiyor. Beyefendi yine hangi alemdeyse o sıra, herkes neredeyse deneyi tamamlayacak, o sırada teşrif etti. Neredesin sen? Koş git hocadan numuneni al, Vortex’te karıştır! O telaşla hocanın yanına attı kendini, deney tüpünü uzatıp yıllarca akıllardan çıkmayacak şeyi söyledi. Hocam 5 mL mortex alabilir miyim?

 
Klinik Eczacılık dersi kapsamında Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde haftada 2 gün pratiğe gidip, vizitlere katılırdık. Uygulamanın ilk gününde hepimiz sudan çıkmış balığa dönmüş etrafa bakınıyoruz. Asistanlar hepimize bir hasta verdi. Hastanın dosyası test sonuçları ve tedavi protokolü açısından incelenecek. Arkadaşa akut pankreatitli bir hasta geldi. Kadın çok yaşlı ve gerçekten çok ağrısı olduğu yüzünden belli. Bazen ağrıdan inliyordu. Kadıncağız ne zaman bağırsa, vizit grubu başka bir odaya geçmiş olsa bile önlüğünün yakasını kaldırıp, kollarını sıvayıp geldim teyzem diye koşup hastanın yatağını kendi tabiriyle garç garç dikleştiriyordu ve teyze gerçekten susuyordu.


Böyle anlatıyorum ama alttan 25 dersi tek dönemde verdi ve daha diplomalar bile çıkmadan herkesten önce eczaneyi açtı, geçti kenara. O şeytan tüyüyle eminim Ordu’daki yaşlı teyzeler arasında şimdiden popüler olmuştur :)
 

Müjde! Seni baleye yazdırdım!





Ben hayatım boyunca en çok balerin olmak istedim. Olamadım. Balerin topuzu takıntım da ondan ötürü herhalde.


Babam küçükken beni her haftasonu drama ve mandolin kursuna götürürdü (Nüans Tiyatro♥). Anlattığına göre orada bir baletle tanışmış ve benim bale için delirdiğimi söylemiş. O balet de benim baleye uygun olmadığımı söylemiş. Dramaya devam etsinmiş. Pehh! Kim o balet yahu?? Yüzüme söyleseymiş ya! Babam da aslında son derece inatçı bir adamdır. ‘Kim uygun değil? Benim kızım mı? Göster Begüş onlara nasıl senden balerin olmazmış!’ nasıl dememiş hiç aklım ermiyor.



Geçen sene Repetto’nun vitrininde bale ayakkabılarını, saten elbiseleri, pudra tütüleri, uçuşan tülleri görünce koca kazık halime bakmadan kendimden geçmişim, kendim çalar kendim oynarım misali.. Dıt dıt dıt dıdırırıtdıt! Tekrar izleyince düşündüm de öngörülü adammış o balet :(
  

Çocukken balerin biyografileri okurdum. Ayy nasıl sevindim geçenlerde 'Ayşegül bale yapıyor'u görünce. Fazla dramatize etmeyeyim ama gerçekten içimde bir ukdedir bale. Şimdi babetlerle, balerin topuzuyla gönlümü geçiriyorum. Artık bu yaştan sonra bana düşen her ebeveyn gibi ben yapamadım siz yapın diye müstakbel çocuklarımın beynini yıkamak olacak.

Arasına kalp de çizebilir misiniz? Oleeyy!



Nişan pastamız yediğim en lezzetli pastalardan biriydi ama ne yazık ki servis edilmesi unutuldu :( Tam davetliler ayrılırken unutulduğu farkedilince, yetiştirilebildiği kadarıyla küçük kutularda ikram edildi. Edilmiş daha doğrusu, ben o sıralarda bulutların üstünde olduğumdan farketmedim bile. Ertesi gün buzdolabında pastayı görünce annem anlattı :) Düğün pastamız ise lezzetliden biraz uzaktı. Düğünümüz yaşadığımız şehirde yapılmadığı için, pasta konusuna hiç el atamadık. Tek kusur bu olsun aman. Yine de pasta konusundaki şanssızlığımızı ilk evlilik yıldönümümüzde kırmak istiyordum. Önce afilli bir pasta mı yaptırsam diyordum ama o konuda da kafam karışık biraz. Pastanın görüntüsüne bu kadar fazla önem verilince, ne bileyim içi kof kalıyormuş gibime geliyor. Sonuçta şeker hamuru değil lezzetli bir pasta yiyelim istiyorum.















Gırtlağıma kadar düğün hazırlıklarına gömüldüğüm dönemle ilgili tatsız anılar ne yazık ki çoğunlukta. Neyse ki hazırlıkları son ana bırakmamışım. Hayal gücüm gözlerimin önünde atrofiye uğradı. Daha önceden başladıklarımı tamamlayabildim ancak. Hayatının aşkıyla evleniyorken düğün tarihi iple çekmek varken, gelmesin diye ötelemek isteyen var mıdır benden başka? Kulağımda birkaç kişiden duyduğum “Ahh tatlım ben olsam düğünü ertelerdim!” çınlamalarıyla ayy çiçekler böcekler modundan çook uzaktım. O günlere dönüp baktığımda tanıdığım Begüm’le alakası olmayan bir kız var ortalıkta.. O gömleği tam olarak çıkaramasam da en azından düğmelerini açmış olmanın ferahlığıyla yazıyorum bunları. Her neyse, burada sadece hatırlamak istediğim tatlı anları paylaşmak istiyorum. Demem o ki evlilik yıldönümümüze bu kadar titizlenmem, daha da anlam katmaya çalışmam hep bu yüzden.
 






Ağustos başında tam da ne yapsam ne yapsam diye dört dönerken, algıda
seçicilikten olsa gerek Mutlu Dükkan’la ve sahibi Zeynep Hanım’la tanıştım. Kendisinin uzun zamandır hayali olan bir projeymiş bu seramik pasta standları. Üstüne adımızı yazdırabileceğimiz, her sene ‘Ne iyi etmişiz de evlenmişiz!’ pastasını üstünde kesebileceğimiz bir pasta standı. Görünce yüreğim hop etti. Yüzyüze tanışmamış olsak da telefonda bile neşeme, coşkuma ortak oldu. “Kalp mi tabi ki yaparız, ayy çok güzel olacak. Fotoğrafını bizimle de paylaşın, dört gözle bekliyoruz.” Hayatımızda hep böyle güzel insanlar olsun♥
 
Sinem Hanım atölyeden pasta standının hazır olduğunu söylemek için aradığında yarına kadar bekleyemem, nolur fotoğrafını gönderin dedim. El yapımı ürünlerde hatalar gözardı edilebilir elbette. Ama ‘Ömer’ biraz eğimli bir şekilde yazılmış. Gözüme battı bi kere, başka bir yerini görmüyorum resmen. Biraz fazla detaycı olduğumu kabul ediyorum. Ve böyle özendiğim konularda muhakkak ufacık da olsa bir pürüz çıkıyor. Tamam benden bu kadar, evlilik yıldönümüymüş, doğum günüymüş özel günlere bir daha bu kadar kafa yormayacağım. Yüzüme gözüme bulaştırıyorum (bir stamp meselesi var ki off). Alırım basit bir hediye geçerim olur biter. El yapımı birşey olacaksa da kendim yaparım. Başım ağrımaz. Amaaann söylendim de söylendim. Ömer de analitik bi insan. Beğenmediysen, istediğin gibi olmadıysa iade et ya da bunu görmezden gel. Haklı! Ben ancak sinek gibi vızıldanıyorum. Hayır Ömer’cim yamuk yazıyor da diyemem, hassas insanlar onlar, olmaazzz.

 
Ertesi gün standı teslim aldığımızda önceki günkü vızıldanmamdan utandım. Gönderdikleri fotoğraf sadece yazıyı göstermeye yönelik olduğundan yanıltıcı olmuş. Hem uçuk pembe hem kenarları fırfırlı hem de üstünde adımız yazıyor. Ahh görür görmez vuruldum. Zeynep Hanım’a ve Sibel Hanım’a çok teşekkürler. Gözümün önünde yıllar sonra Ömer’le yanak yanağa yıldönümü pastamızı kestiğimiz an belirdi. Nerede dün bir daha böyle sürprizlerle uğraşmayacağım diyen kız. Üzgünüm canım ailem, özel günlere biraz daha mutluluk tozu serpmek için kafa yormaktan hatta kendimi paralamaktan vazgeç(e)miyorum, zira bu benim hayatta yapmayı en çok sevdiğim şey kıhkıh!